Saturday, March 7, 2009

Samimiyetsizseniz Samimi Sizsiniz

Eski 45'liklerin revaçta olduğu şu günlerde "Bana yalan söylediler!" demek istiyorum sana Eric. Hani hepimiz kardeştir Adem vasıtasıyla? Sonra da Nuh'un katkılarıyla? İnandım ben onlara. Ama öyle değilmiş be Eric. Bir çok insanda (dude, kanka, bacanak, baldız modundakiler dışında olduğu için hepsi değil) bin bir hinlik, gereksiz soğukluk, katakulli* işler ve aşağılamaya hazır bir bomba mevcut. Hani yolda yolda yürürken omzunu çekmeyen apacheelere** alıştım da; artık dişi insanı bile nazik değil. Son bir haftada yolda yürürken yediğim omuz sayısı trafik kazasından ölen vatandaşlarımızdan çok, gerisini sen düşün.
Tabi omuz samimiyetsizliğin ve soğukluğun bu geceki sembolü bizim için. Kafanda bir omuz resmi oluştur ve öyle dinle beni Eric. Rahatta dinle fakat omzu unutma. Bir arkadaşın aracılığıyla yeni bir ortama giriyorsun, arkadaşın arkadaşı falan da var. Bunu da canlandır kafanda. Ama lütfen Gerçek Kesit tarzı oyunculuklara yer verme kafandakilerde. Adem çatısı altında olmanın verdiği insancıllıkla samimi olayım istiyorum hep. Karşıdan aynısını alamıyorum. Hep bir pusuya yatmışlık, hep bir şunu bozayım da ortamdaki kızları tavlama ihtimalim artsıncılık sözkonusu. Freud'a danışarak onlara hak verebilirim, ben o yeni insanlarla yatmak istemiyorum belki evet; ancak bir anlık zevk uğruna bir kalbi kırmaya değer mi? Bir anlık zevkin cehennemdeki ızdırabına geçiş yaptığımız için şimdi o Gerçek Kesit'i Beşinci Boyut'a çevirebilirsin. Onun oyunculuğu bir nebze daha iyi. Tüm merhametli mizacımla sesimi çıkarmıyorum bu hinliklere. İsa gibi bir laf yediğimde diğer laf için altyapı bile hazırlıyorum. Hümanistlik adı altında taktığım maske artık yeterince ağır gelmeye başladı Eric. Yapılan araştırmalara göre yeni tanıştığı biri bir kelime sarfedince "X dedi ağğbii yaa" diye aşağılayıcı tepki veren hiç bir erkek o ortamdan hiç bir kızla sevişememiştir. Bu önemli bilgiyi de bu pusuya yatmış zihniyetin aydınlanması için paylaşırım. Yanlış yoldasınız ey insanlar.
Samimi olan ademoğulları da yok değil. Ne insanlar gördüm samimi değiller, ne samimiler gördüm insan değiller. Samimiyetine sınır koyamıyorsan ben de seni içinde bulunduğun biyolojik türün sınırları dışına atarım arkadaş. Son metroda hep kafası güzeller vardır. Bünyem de alışmış, son durağa geldiğimde içimden bir ses uyanmamı söylüyor. Belki de ışık çağırıyor. "Geeel geel" diyor. Metro istasyonunun ışığı. Hafiften uyanmış olmamı farketmeyen bir samimiyet manyağı geldi uyandırdı. "Tamam sağol ben uyanığım." dedim bu gereksiz iyiliğine teşekkür etme inceliğinde bulunarak. Ardından arsızlığa vuran bu aşırı hümanist arkadaş "Hadi şunu da uyandıralım" dedi karşıdaki uyuyan amcayı göstererek. Bir bu samimiyet arsızının gözlerinin içindeki parıltıya baktım, bir de içimdeki gereksiz işi eleştirme güdüsüne; ikincisi ağır bastı. Onunla bu konuda ittifak yapmadım. Tabi ben de şaşırdım buna. Kendimi "yavşak" olarak tanımlardım. "Hızlı ve fazla samimi olan"dı doğrusu çevremce fakat ben ağır özeleştiri yapmayı marifet gördüğüm için böyle derim kendime.
Samimiyeti ticarileştirenler var bir de; eğer bu yolla çok para kazanıyorlarsa zekalarına hayranım. Mağazaların camlarındaki "Tadilat nedeniyle indirim" yazısına yeni alışmıştım ki olay "İş değişikliği sebebiyle indirim"e geldi. Hadi tadilatı anlarım, mağazadaki düzensizlik bunu ispatlar; inanırım. Ancak "İş değişikliği" gibi özel bir sebep ile yapılan indirimi anlayamam. Sen indirimini yap, ne sebeple yaptığından bana ne. Ne zaman bu kadar samimi olduk seninle sayın işletme sahibi? Bak "sayın" diyorum. Ben buna şimdi tepki göstermezsem yakında "Baldızın tecavüze uğraması sebebiyle indirim"***, "Eniştemin boşanması nedeniyle indirim", "Hanımın araba ısrarı üzerine malları bitirme stratejim yüzünden indirim" vs. diye devam edecek diye korkuyorum. Ben zaten herkesle samimi olabilien bir insanım, sen de camekanlardaki samimiyetinle parama göz diktin sayın mağaza sahibi. (Farkındaysan hala mesafe var aramızda.)
İnsanlar beni her zamanki gibi eğitti ve öğrendim Eric; samimiyet aşağılanmaya giden en kestirme yoldur. Ne kadar soğuk, ne kadar sert olursan; o kadar saygı görürsün. Sayın (!) işletme sahibi sana da sesleniyorum burdan; hiç Abercrombie'nin ya da Lacoste'nin hayata dair radikal kararlarını bahane göstererek indirim yaptığını gördün mü? Demek ki neymiş, samimiyet para etmiyormuş. Bak, yüzyüze görüşmeden kelimeler aracılığıyla birazcık samimi oldun, nasıl da aşağıladım seni. Sen de benim gibi yenile yenile yenmeyi öğreneceksin. Beşinci Boyut'taki nur yüzlü adam da çok samimi, onu örnek veremeyiz. Kaybedecek bir şeyi yok, arkası sağlam. Kocaman tanrı var. Senin ise sadece bir dükkanın var. Benim de kalbim.

*katakulli: bitirim bir tip imajı vermek için kullanılmış bir kelime, anlamını herkes biliyor zaten
**apachee: kayıp kıta atlantis'deki aristokrat kesime verilen ad
*** tecevüz en büyük insanlık suçlarından biridir!

Saturday, February 21, 2009

Gökyüzünde Ayı Görememek Issız Adamlığa Atılan İlk Adamdır

Eric dizime yatsan, ben bir fıkra anlatsam multicultural (c'mon); beraber küçülsek. Alman, İngiliz ve Fransız'ın başarısız olduklarından seçeceğim. Ceddin deden neslin baban düşünce tarzının kurguladığı bu fıkralara gülebileceğimiz yaşa dönsek ya... Al sana tahmin Eric; belki de komplekslerimiz yüzünden Schengen vizesine ihtiyaç duymayanları aşağıladık yıllarca. İlk yarı 1, ikinci yarı 1; banko.
Küçükken, eski 45'likler müptelası cool (reröra) bir gurmeye özenecek kadar aciz değildir insanlar. E nerde hata yaptık da bu adamlar "Tamam olum ben ıssız adammışım, çözdüm lan" cümleleriyle terketti Issız Adam seanslarını. Superman'i, Batman'i izleyip kendinle özdeşleştirsen ya da kendini pokemon sanıp balkondan atsan daha kabul edilebilir. Bizden çıktı artık, binlerce erkek kendini ıssız ilan etti bile. Buna müetakiben bu konseptin bütün haklarına da sahip oldu bu insanlar. Kız arkadaşına rahatça umursamamazlık yapabiliyor, "Niye böyle yapıyorsun Süksecan?" dendiğinde "Issız adamım kızım ben." diye cevabı yapıştırabiliyor. Bu bahaneyi ister aldatırken kullan, ister paylaşmak istemediğin çikolatayı yerken.
İnsanlar vardı Eric, aldığı hazır gıdayı kimselere vermemek için public (poke me) yerlerden kaçınırlar. Bilemezler; bizim onu gördüğümüzü. İnsanlar, insanlar var ya; hepsi şimdi yeni yürürlüğe giren uygulama ile ıssıza kaçmaya çok güzel kılıf uyduruyor. Kantinden alınan cips sınıfa son 30 metre kala ani bir yana dönüşle yenmeye başlar. Enselersin; "Bizden mi saklıyorsun lan?" dersin. Yakalamanın verdiği FBIvari ego tatmini de cabası. Arkadaşı çalkaladıkça cipsler gelecek eline pul pul*, söveceksin. Bilinçaltındaki Nasreddin Hoca'ya özenme duygusuyla "Issız adamım ben abi, ondan... Yoksa niye kaçayım cipsimle, yani ehem höm kum" şeklinde saçmalayacak. Nasreddin Hoca senin gibi çok gişeli yapımlarla mı verdi o cevaplar bre zındık! Kaç tenhaya, götür cipsi; artizlik yap kıza, yat ıssıza.
Asıl yalnızlık bir Çağan Irmak yapımıyla farkına varılan hal-i ruh değildir. Yalnızlık; bir fıkrada Avrupa Birliği vatandaşları içinde tek aday ülke vatandaşı olmaktır. Yalnızlık; iç sesine isim vermek, hatta ona blog açmaktır. Yalnızlık; gökyüzüne baktığında ayı görememektir, "Ay bile gitmiş." diye inceden hüzünlenmektir.
İşte uğruna blog açtığın, aynı yatağı paylaştığın iç sesin o anda der ki: "Ay dağ, sen tavşansın; güneş ve galaksiler dururken, seni n'apsın!" Tam bu noktada iç sesinin ne kadar şairane olduğunun farkında varırsın. Geç olmuştur, yaş ilerlemiştir. Alman'a, İngiliz'e, Fransız'a gülmez; Temel'e gururlanmaz olmuşsundur. "Keşke önceden farketseyim hacı, TM yazardım. Şair olurdum." dersin kimya mühendisiyle kimya öğretmeni arasınki kalın çizgiyi göremeyen insan mentalitesiyle. İç sesinle yanlış gelecek seçimi üzerine münazara yaparken, ay hala yoktur ortalıkta. Bulutlar vardır çokça, bunu görür; kümelenme yalnızlığı çarpar suratına tekrar. "Ay olsa şimdi bir tane Issız Adam yerine Recep İvedik'ten mi bahseder olurduk" varsayımıyla meşgul olmaya başlarsın en sonunda.
"Ay gelecek, dertler bitecek" diyenler olmuş olacak ki, Ay Dede sembolleşmiş. Çocuklara oyuncak yapmışlar; dede şevkatini de tasarımla adapte etmişler. Çocukken yalnızlık çekmez, fıkralara gülerdik ya; belki de Ay Dede'nin etkisi büyük, kim bilir. Kimileri de ayı güzel bulmuş, kız çocuklarına anlam kattırmış. Ay güzeldir Eric, gecenin karanlığında şeklini bile kestiremediğin yıldızları mı seveceksin ayı sevmeyip de! Parlayan ay, oyuncağı çocukluğumuzda, kendisi Issız Adam devrinde yalnızlık ilacı olmuştur. Anneler de kızlarını, gerçek yalnızlık ilaçlarına adını vermiş, güzelliğini benzetmiş ki; Ay Dede'ye olan vefa borçları da ödenmiş bu şekilde.
Yalnızlar, erkek kişiler, ay gibi güzeline sahip olmadıkları için mi onlara "yalnız" deriz yoksa bulutlar ayın görüntüsünü engellediği için mi? Yalnızlığa Giriş dersinin ilk ödevi olsun bu sana Eric. Issız Adamlar yalnız değildir, salaktır Eric. Issız Adam'ı izleyip "Ben ıssız adamım." demeye başlayan ile Secret, Olasılıksız vs. ** okuyup "Hayatım değişti!" diyen grupların iki ayrı resmi olsa; aralarında 7 fark gösterebilir misin bana? Ben gösteremem Eric. Bu iki resimdeki adamcağızlar da hala Temel ile övünürler ya, yoksa ben zurna mıyım ha?***



*Canlandırma Ruffles düşünülerek yapılmıştır.
**Sadece biri yeterlidir.
***Ünlü 21. yy düşünürü İsmail YK, Bombabomba. (Ya da öyle bir şey)

Tuesday, January 6, 2009

Holivud Yapımı Romantik-Komedi Filmlerindeki Ezik Çocuk...

...olmayı kabul edebilirdim belki okulum da o filmlerdeki gibi olsa. Gençlik filmlerindeki ezik çocuğun filmin sonunda yakışıklı erkekle mutluluğu yakalayamamış fıstık gibi bir hatunla ödüllendirildiğini biliyorum. Aşk temalı romantik-komedilerde de buna benzer. İşte bunu bildiğim için gayet de "azıcık ezik olurum lan" diyorum. Eziklik ve kronik kaybetme durumu zaten mevcut ancak ırksal yapı itibariyle filmlerdeki ezikleri kolayca aşağılayabilirim. O kadar üstünüm ki, ucunda şahane bir hatun olduğu için (sadece) kısa bir süreliğine kabul edebiliyorum bu durumu.
Party (yeah) olur mesela; yarı-zamanlı mankenlik yapan öğrenci bikinisiyle uzanır, okulun en popüler ve muhtemelen futbol takımında olan çocuğu kızın göbeğinden tekila içer. Ha, bu sadece bir ayrıntı; bizde onların futbolu o kadar tutulan bir şey olmadığı için aynı popülerite seviyesinde birini bulup bu hareketi ondan bekleyemeyiz. Bu noktada içinde bulunduğumuz duruma anlayış bile gösterebilirim. Bir örneklik tölerans söz konusu. Tekila ile ilgili şahit olabildiğim tek görüntü, kırk yılın başında dışarı çıkmış inekliğin son seviyesindeki insanların internetteki shot (holy shit) yapma resimleri.
Peki ya ponpon kız takımı olmayışına ne demeli? Düşünebiliyor musun Eric! Sosyal olduğunu iddia eden öğrencilerle kurulu bir okulda ponpon kız takımı yok. Bunun eksikliğini latin danslarıyla kapatmaya çalışıyorlar, içine biraz da entelektüellik katarak ancak; olmuyor. O saçmasapan tezahüratları tutmuyor hiçbiri.
Hadi geçtim ecnebi yapımları, yahu bari yerli dizilerdeki okula benzesin. Okul hayatımızda bir coolluk (c'mon) olsun. Az önce denk geldim; koskoca profosör öğrenciyi odasına çağırıyor. "Bak kızım az önce koridorda bir erkekle tartışırken gördüm seni, dikkat et erkekler hede hödö" diye insan ilişkilerine dair hayati önem taşıyan bilgiler veriyor. Ben okuldaki herhangi bir profosöre, onu geçtim odasına en çok girdiğim hocaya desem ki "hocam kızlar çok hede hödö, bir taktik ver de şu kızı ayarlayayım"; vereceği cevap "ne kızı lan ders çalış, bu bölüme girmek için insanlar nelerini verir biliyor musun". İsterim ki başımı okşarken kızlar hakkında tecrübelerini benimle paylaşsın, söylesin iki tane kahve içelim karşılıklı.
Kantinler var rengarenk bu filmlerde. İnsanlar oturmuş son derece boş ama sosyal açıdan değeri yüksek mevzular konuşuyor: "Selin Berkcan'dan nedne ayrıldı", "Dilara Can'la yatmış" vs. Bizim kantinlerde ise "Abi şunun ödevini yaptın mı", "Ay şunun sınavına çalıştın mı", "Var ya 8 saat ders çalıştım" (çok da umrumda*) vs. Hatta bazıları unisex (wtf) bir şekilde arkadaşlarını toplayıp üçgen gofretini tanıtabiliyor. Bizim kantinlerde üçgen gofret satıldığını bile sanmıyorum.
Bunların yanında hele bir de hanım hanımcık bir kızımızın kantin sırasında çaktırmadan araya kaynamak istemesi gibi tiksindirici hareketler filmlerde olma isteğimi daha çok uyandırıyor, ama bahsetmeyeceğim Eric bundan.


*umrum: penis (sanskritçe)

Saturday, November 29, 2008

Hayat beni neden züküyorsun?

Önceleri kendi halinde, beyefendi ve ketum bir insandım. "Ketum" deyince de aklıma su ısıtıcısı gelir ama umrumda değil. Fizik sınavı korkusuyla yanıp tutuşuyordum. Sonra bir gün, Serdar Ortaç'ı tanımamla başladı herşey. Çinli değilmiş kendisi. Kendimi onun güftelerinde kaybetmişken "Hayat beni neden yoruyorsun?" cümlesini duyunca, birden ışığı gördüm. Bana "Gel gel gel..." diyordu. Gittim.
Kimileri "nirvana" kimileri "fenafillah" diyor bu yere; ben "neverland" diyorum. Söylemesi güzel. Bulutların içinde bir yer değil burası, bildiğin toprak parçası; ama yukarıda. Önce Zeus'u gördüm. İçten bir tanrı olduğundan samimiyetimi göstermek için apış arasına "mucx" yaparak "N'aber hafız?" dedim. Arkasından asıl tanrı çıktı. Zeus onun maskotuymuş aslında. Şişman ve sevimli diye öyle bir oyuncakla geçiriyormuş yaratmaktan kalan boş vakitlerini. Biraz konuştuk hayata dair.
Orda tanrı ile diyalogum bitince geri dünyaya döndüm. Aynı soruyu sordum kendime aydınlanmış bir insan olarak: "Hayat beni neden yoruyorsun?" Yukarıda konuştuklarım geldi aklıma. Özlemiştim tanrıyı ama bunun konuyla alakası yok. Bunlar fani şeyler hatta usul-i aşarede yer alamayacak kadar değersiz şeylermiş. "Sınava çalışmama hiç gerek yok." diye düşündüm bir an. Tanrı da bir yıldız kaydırarak beni desteklediğini gösterdi. Aldığım onayın bana verdiği güvene de dayanarak, ben vakitlerimi boşa harcamaya başladım. (Tabi siz insanların gözünde boş, benim için yerinde aktiviteler.) Aşk-ı Memnu olsun, Asi olsun, Son Ağa olsun; ne kadar buram buram maneviyat kokan sanat eseri varsa izlemeye koyuldum. Aşk-ı Memnu'daki "-ı" ayırma eki bile cennetin müjdeleyicisi. Bana müjdelenen bu cennet aslında önce anneanneme müjdelenmiş, o yüzden bu dizinin fanı olmuş. "Anneanne fan ne?" dedim öğrenmeye aç çocuk merakımla. O da dedi ki: "Evlat, fan içimizdedir. Tanrıyı düşündüğümüzde, içimizde bir yel esiyormuş gibi olur ya, hah, o işte fandır. Gerçek fanlara benzeyebilir çalışma prensibi açısından." Ben aydınlanma seviyeme bir level daha eklemiştim.
Renault 19 marka "Bahtiyar" isimli gelin gibi olan arabamı satmaya karar verdim. Robin Sharma'yı aradım. Dedim ki: "Bacanak ben aydınlandım, gel kitabını yazalım. Anında best-seller olur." O, Türkçe bilmediği için sadece "best-seller" kısmını anladı ve "Got it. Let's do it." dedi. Ben de kötü İngilizcemle bunu "Just do it" şeklinde anladığım için Mr. Sharma'nın Nike'ı sponsor almış olabileceğini düşünmeye başladım. İşte tam bu noktada puzzleın parçaları yerine oturuyordu. Biraz dikkatli bakınca Zeus maskotunun ayağındaki küçük Nike ayakkabıları gördüm. Tanrıda ise yetişkinler için olanlarından vardı. Ne yazık ki yukarıda bir tane bile Converse göremedim. Hikayenin kıssadan hissesi bu aslında.
Nike-Robin-Zeus troykasından kendimi sıyırır sıyırmaz eve geldim. Anneannemi yakından incelemeye başladım. Odasına gittiğimde gördüm ki eşyalarını koyduğu çanta Nike'mış. "Anneanne sen mesih misin?" diye sormadan edemedim, ağzımdan kaçıverdi. Anneannem tüm çevikliğiyle ağzımı kapayıp: "Annenle baban duymasın" dedi. Aslında içten içe annemle babamın da aydınlanmasını istiyordum ama ergenlik döneminde bir genç olduğum için onları sevmiyordum. Biraz isyankardım. Annem sigara içmeme kızıyor, babam ise porno sitelere girerken beni enseliyordu. Anneanneme söz verdim sırrını saklayacağıma dair: "Bu bizim sırrımız olsun." O da: "Tamam evlat." dedi.
Anneannemle Aşk-ı Memnu'dan başka bir paylaşım yaşadığım için gayet mutluydum. Aydınlanma da cabası. Artık yukarıya giderken onu da alıyorum yanıma ve yol parasını bölüşüyoruz.
Günübirlik seyahatlerimle kendimi sevdirmeye çalışıyorum yukarıya. Ziyaretlerimi kısa tutuyorum, sıkılmasın benden diye. Fakat sık sık gidiyorum. Örneğin, bayramdan bayrama gitsem biraz dert edebilir bunu. Kent şeker reklamları karşısında ağlayabilir. Bunu da ben istemem.
Hayat artık bizi hiç yormuyor. Tanrı beni seviyor Eric.

Monday, July 28, 2008

Küresel Isınmak

Herşeyde olduğu gibi ilişkiler üzerine de beynelmilel düşünmek gerekir. Evet tahmin ettiğiniz gibi "beynelmilel" kelimesini Beynelmilel filminden sonra kullanmaya başladım, ancak konumuz bu değil. Kendi kültür seviyemi ve kelime haznemi acımasızca eleştiriyorum. Bu hakkı kimseye tanımam.
Aslında yazıya "Hep düşünmüşümdür..." gibi bir ifadeyle başlamak daha edebi olurdu sanki. Böyle daha Yılmaz Erdoğanvari, daha sorgulayan cinsten; iki paragraf sonra sosyal mesaj verecekmiş görüntüsü çizen bir ifade. "Hani kar yağar ya Ankara'ya..." Off, dur ben böyle bir şey de yazayım bir ara.
Yalnızlık ile başlamak isterim. "Hah, bu sefer geliyor Yılmaz Erdoğan romantizmi!" dediğinizi duyar gibiyim. Hayır. Yalnız bünyelerin yaratıcılığına değinmek istiyorum. Ruhsal bir durum mudur yoksa hormonal mıdır veyahut ikisi de midir onu ben bilemem. Kim bilir? Ben değil.
Neden yaratıcılık? Aşka dair bir şeyler yazan zatlar ya yalnızdır ya da karşı cinsine kavuşamamıştır; sonuçta yine yalnızdır. Kendisine süper uyumlu bir hatunu olup, her gün onunla jakuzide beraber banyo yaparken viski faktörünü de gözardı etmeyen bir adamdan romantiklik, kelime oyunları falan beklemeyeceksin. Beden ve ruh beraber tatmin olunca hormonlar da bir duruluyor herhalde. Hormon olmayınca beyin de bu yönde çalışmıyor. Dayanaksız bilimsel tespitleri aşkın temelinde cinsellik yattığına bağlayayım da konuyla ilgili örneğime geçeyim.
Bizim kanka hatunla spora başlamaya karar verdik. Amaç hem spor yapmak hem de eşe dosta "sınıfta kaldık, evet, ama bir sorun neden kaldık, sosyal olduğumuz için kaldık; artık sadece diploma işe yaramıyor sosyal aktiviteler de cvye yazılıyor, dört sıfır yapmış inekler böyle geçeceğiz ehehe" şeklinde kendimizin bile inanmadığı sözleri sarfetmek. Bize en uygun şey olarak tenisi gördük ve kayıt olduk. Büyük bir heyecanla ilk dersimize gittik. Ne yazık ki, diğer kursiyerler gelmediği için ders iptal olmuş. "Kursiyer" deyince aklıma hep "krupiye" kelimesi gelir. Bir an için bunun sebebini sorguladım ve şu sonuca vardım: Ben "krupiye" kelimesine kurpiyer" diyormuşum. O yüzden de "kursiyer" deyince hep aklıma kötü şeyler geliyor. Sanki krupiye olanlar önceden konsomatrismiş gibi düşünüyorum. Neyse, biz de "madem ki spor kıyafetleri getirmişiz, o zaman basketbol oynayalım" dedik ve iki apachee şeklinde basketbol oynadık. Beni derin felsefi sorgulamalara iten olay ise bu spor aktivitesinin sonunda oldu. Hatta iki tane oldu. Birincisi, oyun bittikten sonra bizim hatun kankası elinde sigarayla bacak bacak üstüne atmış bir şekilde "olum hep böyle sağlıklı yaşayalım lan" demesiydi. Ben eve gidince bunu düşündüm epeyce. Fakat, henüz eve gitmeden ikinci hadise vuku buldu. Soyunma odasına ilerlerken (evet biz, ayrı ayrı) koridorda öpüşen iki tane Çinli olmasından hoşnut olacağım insan gördük. Farklı cinslerdi ve öpüşüyorlardı. Biz buna çok şaşırmıştık. Utandık. Hızla olay yerini terkederek tenha bir köşede ağlamaya başladık. Eğer böyle devam etseysi olay terbiyemle ve utangaçlığımla gurur duyabilir, "annecim sana layık bir evlat oldum" diye annemi arayabilirdim. Ama böyle olmadı tabi. İkimizin de yalnızlığından dem vurarak kankama dedim ki: "ulan çinliler bile sevişiyor!"
Neden "Çinliler" dedim? Neden isyan ettim? Çekik gözlü binbir tane insan çeşidi olduğundan ötürü millet olarak her çekik gözlüye "Çinli" demeyi seviyoruz. Kolayımıza geliyor ve hatta hoşumuza da gidiyor. Hani adamlar bizden korkup da duvar örmüş, bizim atalarımız bunların hatunları götürmüş ya, işte o yüzden Çinliler bizim latife kaynağımız olmaktan kendilerini kurtaramamış. İsyan da ettim. Çünkü elin Çinlisi (bakınız söylemesi çok güzel) gelmiş bilmemkaç kilometre uzaktan, çatır çatır sınıfı geçiyor (sınıf tekrarı yapmanın ezikliği ilk fırsatta baş gösteriyor) ve bir de utanmadan gözümüzün önünde sevgilisiyle öpüşüyor. Hayır, kızdığım nokta ikisinin de Çinli olması! Madem Çinlisin (of ne kadar aşağılık bir duygu) bul bir tane Türk kızı kendine, kız da Türk erkeği bulsun. Kültüralışverişi de olur. Bu kalbim kadar beyaz sayfada (yayınlanınca siyah gözükecek sanırım) bu içten satırları sıralarken 3-4 saat sonraki gireceğim sınav aklıma geldi.
Çinlilerle alıp veremediğim olmadığı gibi aksine onlardan özür dilemek isterim. Tüm bunlar yalnızlıktan oluyor. Sınav etkisi alttan doğru bünyeye yayıldığı için ben işin enternasyonal kısmına gelmek istiyorum hemen. Herşey hemen birdenbire olsun istiyorum. Aynı okulu paylaştığım ve gördükçe beni bir Amerikan üniversitesinde okuyormuş hissi uyandıran çekik gözlü arkadaşlarım, lütfen ulu orta yerde sevişmeyin. Yapan var yapamayan var, sevgilisi olan var olup da öpüşemeyen var, hepsi var. Bir hareketi yapmadan önce kalplerde yol açacağı tahribatı düşünmeliyiz. Sevişme eylemi din, dil, ırk ayrımı gözetmiyor görüldüğü üzere. Herkes yapabilir. Tüm insanlığın ortak paylaşımı diyebilirim, kimse de karışamaz. Beni asıl düşündüren; acaba küresel ısınma da sevişen insanların yoğunluğundan olabilir mi? Hani fazla ısıdan falan? Tarih ve kutup ayıları sevişen insanlığı affetmeyecek.
Yalnızlık başa bela Eric.

Sunday, July 20, 2008

Eric says that

falan.

(Eric'i ciddiye almayın.)

(Ya da alın.)